Mevlana Kimdir? Mevlana’nın Eserleri, Şeb-i Arus

Mevlâna’nın ölüm yıl dönümlerinde 17 Aralık tarihlerine denk gelen haftalarda yapılan ve Vuslat Yıldönümü Uluslararası Anma Törenleri olarak isimlendirilmeye başlanılan törenler, halk arasında “Şeb-i Arus” olarak da anılmaktadır.

Mevlana Kimdir? Mevlana’nın Eserleri, Şeb-i Arus
A+
A-
05.12.2021
2.045

Mevlana’nın Hayatı

Mevlâna 30 Eylül 1207 yılında bugün Afganistan sınırları içerisinde yer alan Horasan yöresinde, Belh şehrinde doğmuştur. Mevlânâ’nın doğduğu bu şehir, Horasan’ın önemli merkezlerinden biriydi. Horasan, bugünkü sınırlara göre Türkmenistan’daki Merv, İran’daki Nişabur ve Afganistan’daki Herat ve Belh şehirlerinden oluşmaktaydı. İslam öncesine yakın asırlardan itibaren Türklerin hâkimiyetinde bulunmuş olan bölge VIII. asrın başlarından Moğol istilasının yaşandığı 1220 yılına kadar Türk, Fars ve Arap çevrelerin buluştuğu ve İslamiyetle kaynaştığı önemli bir merkezdi.

Belh ve çevresi, uzun süre Gazneliler ile Selçukluların idaresinde kalmış, 1198’de Gûrlular’ın ve 1206’da Hârezmşâhlar’ın hâkimiyetine girmiştir. Belh’in kuzeyindeki bölgeler ise Karahanlıların etki alanı içerisindeydi.

Mevlânâ’nın babası Bahâeddin Veled, Belh’e yerleşmiş bir ulemâ ailesine mensuptur ve “sultânü’l ulemâ”(Bilginlerin Sultanı) unvanıyla tanınmıştır. Annesi ise Belh Emiri Rükneddin’in kızı Mümine Hatun’dur.

Mevlânâ çocukluk veya ilk gençlik yıllarındayken, Belh’te ve çevresinde siyasî istikrar bozulmuştu. Bunun üzerine babası Bahâeddîn Veled 1219 yılı civarında Belh’ten ayrılmayı gerekli gördü. Çünkü Belh şehrinin Moğollar tarafından istila edildiği 1220 yılında Arabistan’a doğru yol almaktaydılar.

Bahâeddîn Veled ailesiyle birlikte, bazı rivayetlere göre Sultan Alâeddin Keykubâd’ın ısrarlı davetleri üzerine, 1228’de Karaman’dan gelerek Selçuklu devletinin başkenti Konya’ya yerleşti. Altuniye medresesinde hocalık yapan ve vaazları ile çevresinde saygınlık kazanan Bahâeddîn Veled, 85 yaşındayken Konya’da 1231 yılında vefat etti. Bahâeddîn Veled, on yedi veya on sekiz yaşındaki Mevlânâ’yı Karaman’da 1225 yılında kafilenin üyelerinden Semerkantlı Lala Şerefeddin’in kızı Gevher Hatun’la evlendirdi. Mevlânâ Celâleddîn Muhammed’in hayatı boyunca üç oğlu ve bir kızı oldu.

İslam dünyasında hürmet belirtmek için önemli kişilerin isimlerinin önünde kullanılan “efendimiz” anlamındaki “mevlânâ” lakabı, Mevlânâ Celâleddîn Muhammed’le birlikte özel bir isme dönüştü. Hüdâvendigâr, Hünkâr, Hazret-i Mevlânâ, Mevlevî, Şeyh, Mollâ-yı Rûmî, Rûmî ve Hazret-i Pîr lakap ve unvanları da Mevlânâ için kullanılmıştır. “Hazret-i Mevlânâ” ve “Hazret-i Pîr” gibi saygı hitapları, Mevlevî çevrelerinde ve Anadolu’da daha çok tercih edilmiştir. Bugün İran ve Pakistan’da “Mevlevî”, Batı’da “Rûmî”, onun için kullanılan lakaplardır.

Mevlana ilk eğitimini babasından alarak tasavvufi bir terbiyeden geçmiştir. Belh’ten Anadolu’ya gelirken uğradıkları Şam’da Muhyiddin-i Arabî, Evhadüddin-i Kirmanî ve Sadreddin-i Konevî gibi sûfîlerlen dersler almıştır. Arapça ve lugatla ilgili ilimler başta olmak üzere, fıkıh, hadis ve tefsir gibi ilimleri tahsil ederek zamanın önde gelen âlimleri arasında yerini almıştır. Mevlânâ, babası hayattayken 1221-1228 yılları arasında eğitimini tamamlamak için Halep ve Şam’a gitmiştir. Daha sonra babası Bahâeddîn Veled’in öğrencisi olan Seyyid Burhâneddin Tirmizî, Mevlânâ’ya tasavvufla ilgili bilgileri öğretmiş ve onun düşünce dünyasının şekillenmesinde etkili olmuştur.

Mevlânâ’nın hayat hikâyesinde Tebrizli Şems’in özel bir yeri vardır. Karşılaşmaları ve birbirlerine olan sevgileri etrafında çok şeyler anlatılmış ve yazılmıştır. Kaynaklarda Konya’daki karşılaşmalarıyla ilgili farklı rivayetler vardır. Bunlarda zihinsel bir genişleme ve ruhsal bir etkileşim söz konusudur. Ayrıca bu rivayetlerde tasavvufî ve şairce anlatımın önemli bir yeri vardır.

Şemseddin Muhammed-i Tebrizî, Konya’ya ilk olarak 29 Kasım 1244’de gelmiştir. Şems ile tanışmasından sonra Mevlânâ’nın maneviyâtı üzerinde büyük değişiklik meydana gelmiş, onun eski sûfîyâne anlayışlarında değişiklikler olmuştur. Hatta yalnız Şems’in dostluğu ile yetinmeye başlamıştır.

Mevlânâ’nın yalnız Şems’in varlığı ve dostluğu ile yetinmesi ve aralarındaki samimiyet, Mevlânâ’nın öğrenci ve müritlerinde, kendileriyle önceki gibi ilgilenilmediği için büyük hoşnutsuzluğa ve Şems’ten yakınmalarına sebep oldu. Bunun üzerin Şems, 11 Mart 1246’da Konya’yı terk ederek Şam’a gitmiştir. On altı ayı biraz aşan bu zaman diliminde, aralarında gerçekleşen anlaşma ve sevgiden sonra bu ayrılış Mevlânâ’yı son derecede etkiledi. İlgi ve himaye bekleyen müritler yaptıklarından pişman olup çare aradılar. Onu aramaya giden Sultan Veled’le 15 ay kadar sonra Şam’dan birlikte geri döndüler. Ancak beraberlik uzun sürmedi. Daha sonra Mevlânâ’nın ortanca oğlu ile Şems arasında eskiden beri devam eden karşılıklı nefret, bu defa Şems’in sessizce ve kesin olarak 1247-1248 yılı içerisinde Konya’dan ayrılmasına sebep oldu. Şems, gelişmeler üzerine Sultan Veled’e “Bu sefer öylesine bir gitmek istiyorum ki hiç kimse benden bir nişan bile bulamayacak” demişti. Şems’i aramaya çıkan Mevlânâ, Şam’a, bazı rivayetlere göre ise Tebriz’e kadar gidip gelmişse de ondan haber alamamıştır (Köprülü, 2003: 270).

Mevlânâ, arayış ve üzüntülerden sonra kendisine “nâib ve halife” olarak Konyalı kuyumcu Şeyh Selâhaddin’i seçti. Daha sonra, Mevlânâ’nın eserlerinde Şems-i Tebrîzî’den sonra üstün sıfatlarla en çok andığı ikinci kişi olan Ahî-Türkoğlu Hüsâmeddin Hasan onun hemdemi ve halifesi olarak büyük kabul gördü. Mevlânâ, Hüsâmeddin Çelebi’nin ısrarıyla, müritlerine sülûk âdâbını öğretmek amacıyla Mesnevî’yi yazdı.

Yaşadığı dönemde her zaman saygı gören, her sınıf halk arasında yüzlerce mürit ve sevgili kazanan Mevlânâ, 17 Aralık 1273 tarihinde Konya’da vefat etti. Onun yerine Hüsâmeddin Çelebi halife oldu. Mevlevî tarikatının ilk şeyhi olan Hüsâmeddin Çelebi, Mevlânâ’nın ölümünden 12 yıl sonra 1284 yılında vefat etmiş ve yerine Sultan Veled geçmiştir.

Mevlana’nın edebi Kişiliği ve Eserleri

Mevlana’nın dünyaya ve içindeki varlıklara dikkatli bir bakışı vardır. Bundan dolayı her şey şiirlerine konu olmuştur. Eserlerinde daha çok tasavvufla ilgili konulara yer vermiştir. İnsanın kazanacağı erdemler ve yaşayacağı ilahî aşk ile “insan-ı kâmil” mertebesine ulaşacağını belirtir. Bunula birlikte eserlerinde halkın yaşayışına da yer verir.

Mevlana şiirlerinin şekline ve sanat yönüne önem vermez. Bunun en açık örneği terci-i bendinin bentlerindeki beyit sayıları birbirinden farklıdır. Kendine özgü buluş ve anlatımı ile şiirlerini özünden ve hissederek söyler.

Farsça yazmakla birlikte şiirinde Türk zevki hemen kendini gösterir. Bazı gazelleri, musammat gazel örnekleri olarak karşımıza çıkar. Mısraların ortada ve sonda kafiyelenerek bir beytin dört mısra haline getirilmesi de Mevlânâ ile başlamıştır. Bu durum daha sonraki şairlerde özellikle Yunus Emre ve Nesîmî’de yaygın şekilde kendini gösterecek ve Türk şiirinin Eski Türkçeden gelen bir görünümü olacaktır.

Mevlânâ’nın bütün eserlerindeki ana fikir ve bakış tarzı hemen aynıdır denebilir. Gazellerinde eğitici-öğretici beyitler olduğu gibi, Mesnevî’sinde de heyecan ve coşku dolu beyitler az değildir. Ayrıca bütün eserlerinin arasında bilgi, söyleyiş ve üslup açısından var olan beraberlikler çok belirgindir. Söz başlarındaki edebî girişler dışında sözündeki açıklık ve içtenlik, konuşma diline olan yakınlık Farsça ve Arapça beyitlerinin, aynı zamanda beyitleri arasındaki Türkçe ve Rumca ifadelerinin ortak özelliğidir.

Mevlânâ’nın şiiri, genel üslup özelliklerinin yanında kendine ait özelliklere de sahiptir. Onun şairlik amacıyla şiir söylemediği, şiirine özen gösterip beyitlerini süslemediği, vezin ve kafiyeye takılıp kalmadığı araştırmacılarca hep söylenegelmiştir. O, çok iyi bildiği edebî geleneği de pek önemsememiştir. Kullanılmayan bazı sözcük ve tabirler onun şiirinde yer bulmuştur. Şiirin, kafiyenin ve veznin kayıtlarından rahatsız olduğunu, kendisi dile getirmiştir. Ancak bütün bunlara rağmen ve bunlarla birlikte onun şiiri aşkla, coşkunlukla, şiiriyetle, fikirle, hikmet ve irfanla iç içe benzersiz bir şiirdir.

Mevlânan’nın Eserleri

1. Dîvân-ı Kebîr (Dîvân-ı Şems-i Tebrîzî)

Divân-ı Kebir “Büyük Defter” veya “Büyük Divân” anlamına gelir. Gazel ve rubâîlerden meydana gelmiştir. Divân-ı Kebir 21 küçük divân (Bahir) ile rubâî divânının bir araya getirilmesi ile oluşmuştur. Eser çok geniş bir hacme sahip olduğundan Dîvân-ı Kebîr, gazellerde genellikle Şems, Şems-i Tebrîzî mahlasları kullanıldığından Dîvân-ı Şems, Dîvân-ı Şems-i Tebrîzî adıyla da anılmaktadır. Ayrıca “Hâmûş” mahlasının kullanıldığı şiirler de vardır. Bunlardan daha çok zâhidâne olanlarının ilk dönemde söylendiği sanılmaktadır. Divân-ı Kebir’in dili Farsça olmakla beraber, içinde Arapça, Türkçe ve Rumca şiire de yer verilmiştir.

2. Mesnevî

Mesnevî, klasik doğu edebiyatında, bir şiir tarzının adıdır. Edebiyatta aynı vezinde ve her beyti kendi arasında ayrı ayrı kafiyeli nazım türüne “mesnevî” adı verilmiştir. Uzun sürecek konular veya hikayeler şiir yoluyla anlatılmak istendiğinde, kafiye kolaylığı nedeniyle mesnevî türü tercih edilmiştir.

Mesnevî, Mevlânâ’nın sırdaşı Hüsâmeddin Çelebi’nin ısrarları üzerine yazılmıştır. Hüsâmeddin Çelebi’nin bir eser yazma isteği üzerine Mevlânâ eserin ilk on sekiz beytini kendisi yazmış, daha sonra o söylemiş ve Hüsâmeddin Çelebi yazmıştır. Mevlânâ tarafından Hüsâmî-nâme adı ile de anılan bu eser, tarikata mensup olanları (müritleri) ve acemileri irşat etmek ve toplumun eğitimi için yazılmıştır. Mevlânâ, bilgilendirici ve öğretici bir yol izlediği, dinî ve tasavvufî bilgileri, yaşadığı yıllara kadar hayata geçen anlayış ve tavırları konu edindiği, özellikle hayatının son on beş yılının ürünüdür.

Mevlâna Mesnevî’yi yazarken kaynak olarak Kur’an ve hadislere dayanan konunun gelişine göre Kelîle ve Dimne’den, Mantıku’t-Tayr’dan hikâyelere yer verilmiş, Hakîm Senâî’nin Hadîkatü’l Hakîka’sından da yararlanılmıştır.

Mevlânâ hikâyelerini doğrudan değil, başka hikâyelerle zincirleme olarak, iç içe bir şekilde anlatır. Böylece konu içinde konuyu, hikâye içinde hikâyeyi devam ettirerek sonuca en iyi şekilde ulaşır.

Türkçeye çok sayıda çevirisi yapılan ve şerhler yazılan Mesnevî’yi ezberleyip icazet aldıktan sonra dinleyicilere okuyup açıklayan kişilere Mesnevîhân (Mesnevi okuyan) unvanı verilmiştir.

Mesnevî’nin ilk 18 beytinin günümüz Türkçesi ile düzyazıya çevirisi

“Dinle, bu ney nasıl şikâyet ediyor; ayrılıkları nasıl anlatıyor:

Beni kamışlıktan kestiklerinden beri feryadımla kadın erkek -herkes- ağladı.

Özlem derdini anlatmak için, ayrılıktan parça parça olmuş sine istiyorum.

Vatanından ayrı kalan, tekrar kavuşma anını arar.

Ben her toplulukta ağladım, iyilere ve kötülere eş oldum.

Herkes kendi düşüncesine göre bana arkadaş oldu, içimdeki sırları araştırmadı.

Sırrım ağlayışımdan ayrı değil, fakat göz ve kulağın bu aydınlığı yok.

Beden ruhtan, ruh bedenden ayrı değil; ancak bedenin ruhu görmesine izin verilmemiştir.

Bu neyin sesi ateştir, hava değil. Bu ateşe sahip olmayan, yok olsun.

Neye düşen, aşk ateşidir. Meye düşen de aşk coşkunluğudur.

Ney, dostundan ayrılanın arkadaşıdır. Perdeleri, bizim karanlık perdelerimizi yırttı.

Ney gibi zehir ve panzehiri kim gördü? Kim ney gibi dost ve istekli gördü?

Ney çok ıstıraplı yolu anlatıyor; Mecnûn’un aşk hikâyelerini anlatıyor.

Bu anlayışın sırdaşı, idraksizdir ancak. Dilin müşterisi, kulaktır ancak.

Kederimizde günler vakitsiz oldu. Günler, yanışlarla yoldaş oldu.

Günler giderse gitsin, korku yok. Sen kal. Ey, kendisi gibi pâk bulunmayan!

Balıktan başkası suya doyar. Rızksız olanın günü uzar.

Olgunun hâlini, ham kişi anlamaz. Öyleyse söz kısa olmalı, vesselâm.”

Mesnevî’den bir hikâye örneği

“Dört Hintli bir camiye girdi, namaz için rüku ve secde ettiler.

Her biri bir niyetle tekbir alarak acizlik ve dert hâliyle namaza başladı.

Müezzin geldi. Birinin ağzından” Ey müezzin! Ezan okudun mu? Vakit var mı?” diye bir söz çıktı.

Diğer bir Hintli istekle “Hey! Konuştun ve namazın bozuldu” dedi.

Üçüncüsü, ikinciye “Ey amca! Onu niçin kınıyorsun? Kendine söyle” dedi.

Dördüncüsü “Elhamdülillah; ben, o üçü gibi kuyuya düşmedim” dedi.

Neticede dördünün de namazı bozuldu; ayıp söyleyenler, yollarını daha çok kaybetti.

Kendi ayıbını gören cana ne mutlu! Ayıp söyleyen, ayıbı kendine satın alır…

Başında on yara varsa, merhemini kendine kullanman gerekir…

Aynı ayıp sende yoksa emin olma; o ayıp sende de görülebilir…

Ey benim güzelim! Sakalın bitmemişse, çenesinde sakalı çıkmayan başkasını yerme.”

3. Fîhi Mâ Fih

“Onun içindeki odur” veya “ne varsa onda var” anlamına gelir. Mevlânâ’nın bazı sohbetleri sırasında sorulan sorulara verdiği cevaplardan oluşur. Eserde; tasavvuf, din, ahlak ve felsefe ile ilgili görüşlerini anlattığı, dünya, insan ve şiir anlayışından söz ettiği konuşmalarına yer verilmiştir. Bu eserdeki bilgiler Sultan Veled ve ona bağlı kimseler tarafından tutulan notlar olup vâkıât (ders notları) türünün Anadolu’daki ilk örneğidir.

Fîhi mâ fîh Mevlânâ’nın diğer eserlerinden, babasının Ma’ârif’inden ve Tebrizli Şems’in Makâlât’ından izler taşımaktadır.

4. Mecâlis-i Seb’a

Mevlânâ’nın yedi vaazının yakın çevresi tarafından kaydedilip bir araya getirilmesiyle meydana gelen bir eserdir. Her vaazda; bir hadis, çeşitli örnekler ve hikâyelerle açıklanmıştır. Eser 61 bölümden oluşmaktadır. Cennet ve cehennem, dünya ve ahiret mürşid ve mürid, aşk ve sema gibi konular işlenmiştir. Eserde Divan-ı Kebir’den ve Mesnevî’den beyitler bulunmaktadır. Mevlâna, yedi meclisinde şerh ettiği hadisleri şu konulara ayırmıştır:

1. Doğru yoldan ayrılmış toplumların hangi yolla kurtulacağı

2. Suçtan kurtuluş, akıl yolu ile gafletten uyanış

3. İnanç’daki kudret

4. Tövbe edip doğru yolu bulanların Allah’ın sevgili kulu olacakları

5. Bilginin değeri

6. Gaflete dalış

7. Aklın önemi

5. Mektûbât

Mevlânâ’nın devlet adamlarına, dönemin ileri gelenlerine, dostlarına ve oğullarına yazdığı 150 kadar mektubun toplanmasıyla meydana gelen bir eserdir. Mektûbât (mektuplar), yazıldıkları yıllarla ilgili önemli bilgiler içermektedir. Mevlânâ’nın mektuplarında insanlara öğüt verdiği ve onları hayra teşvik ettiği görülür. Mevlânâ’ya sorulan sorulara cevap olarak yazılan bazı mektuplarda dinî ve ilmî konulara da yer verilmiştir. Mektuplarda ayet ve hadislerden alıntılar yapılarak anlatılan konular dayanaklandırılmıştır.

Mevlana’nın Türk Edebiyatındaki Önemi

Mevlânâ düşünceleriyle bilgin, ârif ve şair kimliklerini buluşturarak dünya değerlerine değer vermeyen âşık bir şair kimliği oluşturmuştur. Türk edebiyatında Mevlânâ’nın şahsına eserlerinde yer veren pek çok şair ve yazar vardır. Mevlânâ’yı üstat ve mürşit (rehber) olarak kabul eden şair ve yazarlar, ona olan hürmet ve hayranlıklarını söylemekten çekinmemişlerdir.

  • Yunus Emre ve Gülşehrî de Mevlânâ’ya şiirlerinde yer vererek onu övmekten geri kalmamışlardır. Mevlânâ ile gençlik yıllarında görüşmüş olması muhtemel Yunus Emre, onun adına şiirinde yer vermiştir:

“Mevlânâ Hudâvendigâr bize nazar kılalı
Anun görklü nazarı gönlümüz aynasıdır”

  • Gülşehrî, Mantıku’t-Tayr’da yararlandığı Mevlânâ’yı şu şekilde anmaktadır:

“Görmedik bir er cihândan gitmedi

Ol Celâleddîn cihândan gitmedi”

Osmanlı döneminde Ahmed Paşa, Bâkî ve Şeyhulislâm Yahyâ başta olmak üzere daha pek çok şairin Mevlânâ’yı okuyup örnek aldıkları açıktır.

Türk edebiyatının büyük şairleri Nef’î ve Şeyh Gâlib’e gelinceye kadar çok sayıda şair Mevlânâ’ya şiirlerinde yer verirler ve onu övmekten geri kalmazlar. Aynı durum halk edebiyatı içinde yer alan şairlerde de görülür.

Mevlevîlik ve Mevlevîhâne

Mevlâna Celâleddin Rumi’nin 17 Aralık 1273 yılında Konya’da vefatından sonra, onun düşünce biçimi ve yaşam tarzını devam ettirebilmek için, kendisine halife olarak seçtiği dostu Hüsâmeddin Çelebi, sadık oğlu Sultan Veled ve torunu Arif
Çelebi tarafından kurulan Mevlevilik, daha sonra Mevlâna’nın soyundan gelen Çelebiler tarafından devam ettirilmiştir. Mevlâna, görüldüğü gibi Mevleviliğin kurucusu değildir. Mevlevilik tarikatı; onu seven, saygı gösteren ve onun yolunu takip eden öğrencileri, dostları ve müritleri tarafından 14. yüzyılın başlarında Konya’da kurulmuş ve idare edilmiştir

Mevlevîlik, Mevlânâ’nın manevî mirası üzerine oğlu Sultan Veled tarafından kurulan ve Ulu Ârif Çelebi’yle yayılmaya başlayan bir tarikattir. Mevlevilik geleneğini temel kurallara bağlayan, usul ve adaba sokan, Sema merasimlerini
düzenleyen kısacası Mevleviliği daha çok sistemleştiren kişi Mevlâna’nın oğlu Sultan Veled’dir.

Mevlevîlik ile Mevlânâ’yı birbirinden ayırmak zordur. Mevlevîlik Mevlânâ, Mevlânâ da Mevlevîliktir. Mevlevîlik, Mevlânâ’nın hayat çizgisi ve tefekkürü üzerine kurulmuştur. Mevlânâ, Müslümanlığı kuru kuralcılıktan, Kur’ân’ı yasaklar manzûmesi şeklinde yorumlamaktan kurtaran büyük şâir ve mütefekkirdir. Mevlânâ, tefekkür dünyasında insanın ve hayatın bütün güzellik unsurlarını insanlığa yaymaya çalışmıştır.

Mevleviliğin temeli tasavvufa dayanır. Tasavvuf bir düşünce sistemi olup bu düşünceye sahip olanlar dünyadan, dünyevi zevklerden uzak duran, gece gündüz Allah için ibadet eden belli bir sayıda Allah’ın adını zikreden kişilerdir.

Mevlânâ’nın dünya görüşünün merkezinde insan vardır. Bunun için o, manevî yolculuğunu ve olgunluğa ermesini şu sözüyle anlatmıştır:

“Hamdım, piştim, yandım”

Mevlânâ’nın tasavvufu, irfan, aşk ve cezbe âleminde olgunlaşmadır. Onda insan toplum içindeki ferttir. İradesine sahip, sorumluluğu olan kişilerdir. İnsanı kaderine hapseden fatalizmin yeri Mevlânâ’da yoktur. Sebepler âleminde çalışmak gerekir. İnsana yakışan da, budur. Mevlânâ, daima hayatın gerçeklerini görür ve o gerçeklerden kaçmaz. O, miskinliği reddeden hayatın içinde yaşamıştır. Mevlânâ, tefekkür olarak vizyon, yani hikmetin derinliğine giden yolu keşfetmeye çalışmıştır. Tasavvuf ehli de, insanın kemâlini üç mânâ üzerine oturtmamış mıdır? Bilmek, bulmak ve olmak. Büyük tefekkür sahibi Mevlânâ da, ömrünü bu üç mânâya adamamış mıydı?(A. Gölpınarlı, 1959:168-188)

Mevleviliğin ilk dergâhının temelleri, Mevlâna’nın vefatından sonra Hüsâmeddin Çelebinin, Mevlâna’nın mezarının üzerine türbe yaptırması ile atılmıştır. Çelebi’nin ölümünden sonra posta1 geçen Sultan Veled, Hüsâmeddin Çelebinin yaptırmış olduğu, Mevlâna türbesinin yanına tekke inşa ettirmiş ve gerek sohbetlerini gerek sema ayinlerini bu mekânda dervişlerle birlikte gerçekleştirmiştir. Bugün Mevlâna’nın soyundan gelenlerinin mezarlarının olduğu türbeden ve tekkeden oluşan bu Mevlevihane, Mevlevilik tarikatının ilk Mevlevihanesidir. Makam Çelebileri burada ikamet etmişlerdir ve “Asitâne i Ăliyye ” olarak da adlandırılır (Ç. Bayru, 2010:62).

Mevlevîlerin evi anlamına gelen Mevlevîhâneler, bu tarikatın icrâ yerleridir. Mevlevîhâne, “matbah, semâ-hâne, mutribhâne, selamlık, harem dairesi, meşkhâne, hücre, türbe ve hâmuşân” bölümlerinden oluşan külliye şeklindeki yerlerdir. Mevlânâ’nın hayatı, düşünceleri burada aktarılmış, dîvânı ve özellikle Mesnevîsi okutulmuştur.

Mevlevîhâneler bir terbiye, bir eğitim yuvasıdır. İnsanı maddî ve manevî olgunluğa eriştirme dergahların ana amacıdır. “Adâlet, iyilik, hoş görü merhamet, şefkat, vefalılık, fedâkarlık, yardımlaşma” gibi kavramlar dinî inançlarla şekillenir ve zenginleşir.

Sema: işitmek, dinlemek anlamına gelir. Tasavvufi olarak sema ise duyulan müziğin coşkusuyla aşka gelip dönmek, dans etmek demektir.

Mevlevi ayini olarak da adlandırılan Sema, dergâhlarda bulunan ve özel olarak tasarlanmış “Semahane” adlı mekânlarda belli kıyafetler ve belli başlı kurallar çerçevesinde gerçekleştirilir.

Semazen: Semada dönen derviş anlamına gelir.

Semazenler, Sema ayini sırasında evrensel gerçekleri işitirler ve daha sonra onların gerektirdiği şekilde davranıp yaşamaya çalışırlar.

Genel olarak Mevlevilik yolculuğu; ömrünü Allaha ulaşmak ve ona yaraşır bir kul olmaya adayan kişilerin, belli bir eğitim ve kurallar silsilesinden geçerek ulaşmaya çalıştığı mutlak mertebedir. Bu yolculuğu layığınca yürüyebilmek için güzel olan her şeyden, müzikten, edebiyattan, güzel sanatlardan ve zanaattan faydalanırlar. İyi, ahlaklı, olgun bir kimse olmayı hedefleyen bu yolun yolcuları, Mevleviliği özümseyerek aşk ve şevk ile yaşarlar.

Şeb-i Arus

sema-derviş

Şeb-i Arus, düğün gecesi anlamına gelirken Mevlevilikte Mevlânâ Celaleddin-i Rumi’nin öldüğü gecedir. Mevlana haftası 7-17 Aralık arasında Vuslat Yıldönümü Uluslararası Anma Törenleri olarak isimlendirilir.

Mevlana Celaleddin Rumi, bu geceyi Rabb’ine, sevgiliye kavuşma gecesi olarak düşündüğü Düğün Gecesi olarak adlandırır. Mevlâna’nın ölüm yıl dönümlerinde 17 Aralık tarihlerine denk gelen haftalarda yapılan ve Vuslat Yıldönümü Uluslararası Anma Törenleri olarak isimlendirilmeye başlanılan törenler, halk arasında “Şeb-i Arus” olarak da anılmaktadır.

Hz. Mevlânâ’nın Vasiyeti

“Size, gizlide ve açıkta Allah’tan korkmayı, az yemeyi, az uyumayı, az konuşmayı, isyan ve günahları terk etmeyi, oruç tutmayı, namaza devam etmeyi, sürekli olarak şehveti terk etmeyi, bütün yaratıklardan gelen cefaya tahammüllü olmayı, aptal ve cahillerle oturmamayı, güzel davranışlı ve olgun kişilerle birlikte bulunmayı vasiyet ediyorum. İnsanların en hayırlısı, insanlara yararı olandır. Sözün en hayırlısı, az ve anlaşılır olanıdır.”

“Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız!
Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir”

Kaynakça:

BAYRU, E. Ç., (2004), Mevlana, Celaleddin-i Rumi –İnsanlığın Aynası-“ Mevlevilik ve Sema”, Konya Büyükşehir Belediyesi Kültür Yayınları:57, Konya.

KÖPRÜLÜ, M. Fuat (2003). Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara: Akça Yayınları.

GÖLPINARLI, Abdülbaki(1959), Mevlânâ Celâleddin, İstanbul: İnkılâp Yayınları.

Yıldız vermeyi unutmayın 😉
[Total: 0 Average: 0]
Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.